بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّح&
  Ne mutlu sana Osmanli
 


Değer verene, elbette değer verilecekti.
Korumaya çalışan, korunacaktı.
Seven, sevilecek;
muhabbet duyana, muhabbet duyulacaktı.

Evet, Peygamber seni çok seviyordu. Çünkü sen de O'nu çok seviyordun. O ve O'na ait her şeye derin bir muhabbet besliyordun. Asırlar süren ömrünce de bunu hemen her fırsatta göstermiştin.


Daha gencecik iken, O'nun getirdiği kitaba saygısızlık olur diyerek, bütün bir gece, Kur'an'ın bulunduğu odada ayaklarını uzatıp yatmamıştın.


Tarih boyunca onlarca devletin, kapısına gelip gelip hüsran içinde geri döndüğü İstanbul'u, sırf O'nun müjdesine ermek için fethetmiştin. Bu güzel beldeyi alınca,

"Kendinize bir saray yaptırmayacak mısınız?" diye sorduklarında, "O güzel Peygamberin mihmandarını bulup, ona bir türbe yaptırmadan kendime bir saray yaptırmaya haya ederim."
demiştin.

Senin fikrinde hep O, güzeller güzeli olduğu gibi, zikrinde de, faaliyetlerinde de hep O vardı. O'nun yüzyıllar evvel verdiği müjdeyi gerçekleştirme şevkiyle İstanbul'a yüklendiğinde, Boğaz'ı tutmak için Rumeli yakasına bir kale inşa etmen gerektiğinde, kale duvarlarını, Kufi hatla Muhammed yazarak inşa etmiştin. Sen bu anlamlı davranışınla, Diyar-ı Rum denen toprakları, O mübarek isimle mühürleyerek Diyar-ı İslâm haline getirmiştin.

Ülkeyi yönetme vazifesi sana verildiğinde, vazifenin bilincinde olarak ilk önce Yüce Peygamber'in mihmandarı Eba Eyyube'l-Ensari'nin huzuruna gitmiş, ceddin Osman Bey'in kılıcını O'nun huzurunda kuşanmıştın
.

Aslında imkân olsa, sen ey güzel Osmanlı, gider, o mübarek kılıcı Sevgililer Sevgilisi'nin huzurunda, Medine'de, Ravzayı Mutahhara'da kuşanırdın; ama halkın selâmeti için fedakârlık yapmaya, başkaları için yaşamaya mecburdun ve İstanbul'dan da ayrılamazdın. Bu sebepledir ki sen, Hicaz topraklarına hiç gidemedin. Oralara hiç yüz süremedin. Seni oralarda, hep rüyalarda, yakazalarda gördüler. Ve Sen hep oraların hicranıyla yandın.

Sen: "Ben senin bastığın yerlerin hadimiyim." demiştin
.

Bunu söylerken samimiyetini gösterme adına da, Kâbe'nin avlusunu süpürttüğün tavus tüylerinden birini tacına takmıştın. Bununla da yetinmemiş, O'nun mübarek ayak izini, "N'ola başımda taçım gibi taşısam daim.." diyerek, sorguç gibi tacının üzerine koydurmuştun.

Her işinde o güzel Rasûl'ün işaretini beklemiştin. Kıbrıs fethedilip bunun şükrünü eda etme adına bir cami yaptırmak istediğinde, camiyi inşa edeceğin yeri bile O söylemişti sana. Ama sen de O'na karşı son derece saygılıydın. Sultan Ahmet Camii'ne, altıncı minareyi, O'nun mescidine yedincisini ekletmeden yaptırmayı saygısızlık addetmiştin.

Mısır'ı fethettiğin zaman, Kutsal Emanetler ile Hicaz Emiri sana bağlılığını bildirdiğinde, gözlere sürme bu emanetlerin başında, kesintisiz Kur'ân okumayı başlatmış, bu iş için otuz dokuz hafız görevlendirmiş, kırkıncı hafız olarak da kendini vazifeli kılmıştın. O gözlere sürme Sakal-ı Şerifleri, cam ampullere bir bir koydurarak, Güzeller Güzeli'nin bu mübarek hilyelerini her insan görsün diyerek, dünyanın dört bir yanına dağıtmıştın.

Sadece mübarek sakallar mı? Sen O'na ait her şeye düşkündün.
Hz. Peygamber'in Kâb Bin Züheyr'e hediye ettiği mübarek hırkası, dönüp dolaşıp senin ülkene geldiğinde, heyecanlanmış, onu muhafaza etmek için hemen bir cami yaptırmıştın. Hırka-ı Şerif'in adıyla anılacak bu camide korunacak olan Peygamber Hırkası, bundan böyle halka buradan sergilenecek, sen muhafaza edecektin
.

Sen O'nun adına da müştaktın. Bu nedenledir ki her yerde O'nun adını anmış, O'nun türkülerini söylemiştin.

Çocuklarını bile O'nun adıyla uyutmuş, O'nun adıyla büyütmüştün. Çocuklarına hep O'nun ve sevdiklerinin adlarını vermiştin. Tarihte kaç sülâle vardır senin kadar Peygamber adını nesillerine çok koyan. Sen çevreni Ahmetlerle, Mahmutlarla, Mehmetlerle süslemiştin.


Topkapı Sarayı avlusunda, o Güzeller Güzeli'nin sancağını selâmlamadan hiçbir sefere çıkmamıştın.

Avrupa'da O'nu alaya alan bir oyun sergilendiğinde, hasta halinle bile kükremiş ve: "Tiz o oyunu kaldırın, yoksa tüm Âlem-i İslam'ı aleyhinize ayaklandırırım." diyerek vefanın en güzel örneğini sergilemiştin.
O'nun beldesinden demiryolu hattı geçirirken, bu mübarek toprakları gürültüye boğmamak için, tren raylarına keçe döşetmiştin.

O'nun ümmetidir diyerek, her sene Sürre Alayları ile, Hicaz bölgesinin halkına altın ve mücevher dağıtmıştın.

Sürre Alayları'na o kadar çok önem veriyordun ki, kervanların İstanbul'dan ayrılma zamanı geldiğinde, bütün işlerini bir yana koyuyor, onları uğurlamak için bizzat yollara çıkıyordun. Sürre Alayları'nı uğurlama vazifesinden seni en ağır hastalıklar bile alıkoyamıyordu.
I. Abdülhamid'in hastalığının en ağır döneminde, Sürre Alayı'nın çıkış gününü bir gün öncesine aldırarak onları uğurlama törenine katıldığını, tören bitiminde de daha Topkapı Sarayı avlusundan ayrılamadan bir köşeye yığılarak Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu hatırlıyor ve sendeki vazife şuurunun hassasiyeti karşısında hayretler içinde kalıyoruz.

 
  17394 ziyaretçi (36600 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol